KİTABIN ADI
|
Bomba
|
KİTABIN
YAZARI
|
Ömer
SEYFETTİN
|
YAYINEVİ VE ADRESİ
|
BİLGİ
YAYIN EVİ Meşrutiyet Cad. 46/A Yenişehir - ANKARA
|
BASIM
TARİHİ
|
Mayıs
1997
|
KİTABIN YAYIM MAKSADI
|
Osmanlı
devletinin çöküş dönemine girdiği devirde, sınır boylarında bulunan halkın
yaşantıları, kısa hikayeler şeklinde kesitler sunularak anlatılmıştır. |
PRIMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU
Serin ve
karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzki
heyacanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin
uyumaktadır.Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit
Palas’ın,diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu
tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde,denize inen küçükmerdivenin
başında,hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini
Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu
güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan
Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi
Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,cemiyetlerine
hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır.Nazik ve şendir.
savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca
işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece
rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır.
İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran
olduğu, insaniyte hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların öceden önem vermediği
hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Frasa’yı
hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz
senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları
esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri
düşünür ve İspanyol’ları, Almanla’rı hatta Belçika ve Portekiz’lileri en
sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu
zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu
düşündükce kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye
sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin
şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta
utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerk yürür. Evine gitme
düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir
odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudyetini
perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinten ansızın uyanan
millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun
armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne
kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk
şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı
çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır.
Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çoçuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü
düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve
bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını
birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mumtazlık gibi
gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in
Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermei
şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse
kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı
altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre
Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler
doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder
ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki
yılında iki erkek çoçukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek
çoçuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve
ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de
işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya
yerkeşir.
Kenen Bey
babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır?
Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup
olmayacağı aklına gelir. Çoçukları ve mutlu bir evlilikleri vardır.
Birbirlerini çok sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah
olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tranvaya
biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde
yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü
anlar. İlk defa görüyormuşcasına duvarlara , perdelere, eşyalara bakar. Türk
hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki
çoçukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından
eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve
babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne
renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan iğri ve altın kakmalı kılıçları,
kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten
ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus,
metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar.
Mısralardan bazıları aklına gelir.
‘Geçme namerd köprüsünden,
koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş
olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah
utandırmaz seni!’
Babası ne
kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya
kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere
bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür.
Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşireside oranın
yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne
akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil
vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükce iki gündür farkına vardığı
mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin
kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları
içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia
gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir.
Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler.
Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan
harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin
bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler. Avrupalılar
aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u,
İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir. Birkaç ay sonra
Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak,
Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariye verilecektir.
Sultanlık avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de de ‘Beynelminel bir
idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk
anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin
elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terkedip İstanbul, İtalya ve yahut başka
bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırllatmıştır. Grazia
Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere
gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de... bu sırada
Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir
tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo
olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çoçuklarıyla rıhtımda
balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki
biraz büyükce olan bir Türk çoçuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının
oğludur. Orhan Primo’ya sorar,
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak niçin
soruyorsun ? der .
Soruyorum , neye inkar
ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo
Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin
beyannamesini tercüme eder. İtralyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır.
Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün
Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini,
dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel
Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların
saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını
söyler. Türkler’in eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdenizi bir Türk gölü
yaptıklarını, büyük paşa babasından,mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukca
büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve
o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki
Rum çoçukları onun bir Türk çoçuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu
çağırırlar Primo aldırmaz. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak
taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek
dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttehat ve Teraki
kulubü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık
setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz,
alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken
birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır. Onların büyük ve kavi
zırhlılarına karşılık, kendilerininde mukaddes bir hakları olduğunu bunun
onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir
telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablusta iki harp gemisi
kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra numayişçiler yukarılara doğru
çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası
noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya
döner içeride şiddetli ve heyacanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar
deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise
kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan
olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini , kendisini boşayacağını ve
görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir
dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç
düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği
Primo’yuda yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi
gerektiğini söyler. Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu
kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden
bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam
tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip
bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca
söylemiyordur. Her ikiside şaşırırlar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey
savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk
olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki
kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne
yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalcalarına dayar, heyecanlı
tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile ‘Ben .. Turko
çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırır. Grazia
hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandelyeye yığılır. Kenan Bey
gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle
kenardaki hasır sandelyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor
Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey seviçli ve şuursuz bir
şekilde ayağa kalkar, kanapenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk
çoçuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.
NAKARAT
Hikaye,
gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene
1903 , yer Pirbeçik, genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça
şikayetçidir. Bu duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye
çalışmaktadır. Genç zabit, devamlı İstanbulu düşünmekte, o güzel İstanbul
günlerinde yaptığı hovardalıkları anmaktadır. Şuan içinde bulunduğu durumu o
eski günlere ne kadar zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa
kendisi Hayat-ı Askeriye ye başlamadan öncehayallinde mükemmel, muntazam, şık
bir ordu vardır. Taburun tüfekçisi Agah Usta da, genç zabitin bu durumu halinin
farkındadır. Agah Usta bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul
şivesiyle nasihatler vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayellerini bir kenara
bırakması gerektiğini Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp
geçmesini hatta akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisininde buna
eşlik edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun
söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir. Bir süre sonra genç
zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine
verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve bir kaç
köyden toplanan yüz-yüzelli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir.
Çivarda bir çete olabileçeği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde
kalır.
İlk
günler oldukca zordur. Yerleştiği kırık dökük , pislik içinde olan ev ve
bulunduğu ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, caresiz bırakmıştır. Taki
bir sabah penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu
kızdan çok etkilenir. Ona ilk görüşte aşık olmuştur. Yaşadığı bütün
olumsuzlukları ona unutturmuş sanki aklını başından almıştır. Bütün her şeyi
bırakıp uzaklara kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk
zabiti olması, ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için , uzaktan
uzağa kendi içinde bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun
farkındadır. Genç zabitin devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir.
Bulgar kızıda genç zabiti her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.
‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu
şarkının kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok
etkilenen zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok seviyorum
Seni çok seviyorum
Balkanlar’dan Şıka’dan
Aşıp geldim sana
Genç
zabit şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği
şekilde mırldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık
ki genç zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır.
Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu
şekilde veda etmeden gitmek iztemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı
gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin
gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebileçek ne de teşekkür edebileçekti. O
sabah zabit pençereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı
yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta
ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri
girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak
Rada’yı tanyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam ,ama babası
iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede
Velmefce’de vuruldu diye cevap verir. Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı
sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine
neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının
Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’
HÜRRİYET BAYRAKLARI
Hikayenin
kahramanı olan Türk , sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demirhisar’dan
Cumayıbala’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan
naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır.Gerinirken, bu kansız ve hakikate
ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının
ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin, acaba hangi
milletin bayramı? “ diye düşünerek kalkar.Pencereden bakar,dışarıda
karmakarışık bir kalabalık,kaynaşarak gitmektedir.Bulgar dükkanları
açıktır.Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen
sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar.Bir süre bu
geçiş törenini , On Temmuz kutlamalarını izler.Dalmıştır, Türkiye’nin,
vatanının ,bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür,
yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü,işlemez bir
hale geldiğini duymaktadır.Odanın kapısı açılır, Rum otelciatlarının hazır
olduğunu söyler.Razlık’a gidecektir. Giyinir,yola çıkar.Bir saat sonra Papaz
Bayırı’nı çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır.Atından iner,tepeye çıkar.Biraz
ileride bir atlı görür,kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar.Oda
dinlenmektedir.yanına gider.Türkiye’de takdim vetakatdümebinced olmadığına
Selam verir.Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.
‘Razlık’a efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde beraber gideriz’
Konuşmaya
başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile
takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi
bir tavırla ‘On Temmuzu takdir etmek...’ bu da lafmı? Bu bizim en büyük en
şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa
der. Kahramanımız iddaaların aksini söyleyerek asabi munakaşacıları kızdırmak
hoşuna gittiğinden ilave eder.
‘Hem bu nasıl milli bayram?
Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı milletinin.....’
‘Osmanlı milleti demekle
Türkleri mi kasdediyorsunuz?’
‘Hayır, asla ... Bütün
Osmanlıları... ‘
‘Bütün Osmanlılar
kimlerdir?’
‘Tuhaf sual!
Araplar,Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler, Türkler...Hasılı
hepsi...’
‘Bunlar demek hep bir
millet?’
‘Şüphesiz...’
‘Fakat ben şüpheliyim’ der.
Bu mümkün
değildir ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise
birbirlerinden tarihleri , ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları,
mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapılamayacağını,
bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını söyler Mülazım
şaşırmıştır. Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve adi bir
hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder.
Osmanlılık kelimesinin duveli bir tabirden başka bir şey olmadığını ,
Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü
uyanık milletlerin, Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan
hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri olmayacağını
anlatır. Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden coşmasından
anlaşılmaktadır. Mulazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü fikirlerimiz
taban tabana zıt...! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak yüremeye
başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim...’ diye haykırır,
‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.
Parmağıyla bin metre kadar ileride ucurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir
Bulgar köyünü gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının
bugünkü Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını
dünyaya anlaktıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı
bayrakları gösterir. Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar
hücum ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık
namına kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu
Bulgar’lar ha?...! der.
‘Evet bu
Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat
siz mutassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat
kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mulazımın ısrarlarına dayanamaz ve
köye gitmeye karar verirler. Köye geldiklerinde mulazımın en sadık dost dediği
Bulgar’ların, tam aksine vurdumduymaz tavırları , hain ve kızgın bakışları ile
karşılaşmışlar ve en önemliside mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin
aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu
şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.
Not : Kitap
özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder